Hangi tarafından bakarsanız bakın,
İslami anlamda hiç de müslümanca olmayan bir eğitim sistemine maruz kaldık.
Böylesine putperest bir sisteminin tornasından geçtikten sonra, kafamızın,
beynimizin ve düşünce yapımızın sağlam kaldığını iddia edemeyiz.
Bir taraftan okul bizi müslümanlıktan
uzaklaştırırken, diğer taraftan da yazılı ve görsel basını ile medya bize
sürekli dinsizliği telkin etti. Bu ortamda bazılarımız, İslamı bildik, anladık
ve yaşadık zannettik. Kimimiz de çok bildiğimizi zannettiğimiz İslamı
entelektüel bir zevzeklik düzeyinde ele aldık. İslam sanki bir amel dini, bir
hareket dini, bir cihat dini değilmiş gibi, ondan entelektüel bir oyuncak
üretmeye çalıştık.
Entelektüellik
Hastalığı
Mesele uzun, dert büyük olunca bazı
şeyleri kestirmeden anlatma yolunu tercih ediyoruz. Fakat gelin görün ki bizim
entelektüel hastalıklarımızı öyle saymakla bitiremiyoruz. En başta
entelektüel kelimesinin kendisi başlı başına bir hastalıktır. Onun nereden ve
ne şekilde türediğini anlar isek bunu idrak etmiş oluruz. Şu kadarı ile iktifa
edelim ki entelektüel müslüman zihninin bir ürünü olarak ümmet-i Muhammed
içerisinde zuhur etmiş bir kavram değildir. Senin âlimini, münevverini,
müçtehidini, fakihini, muhaddisini, müfessirini beğenmeyenler, sana bunların
yerine entelektüel adı verilen bir heykel hediye etmişlerdir.
Medeniyetçilik
Hastalığı
Entelektüel hastalıkların birçoğu da
medeniyet fikri ile paralel olarak gelişmektedir. Mesela müslümanların sürekli
İslam medeniyeti şöyle, İslam medeniyeti böyle diye konuştuklarını
duyarsınız. İslam medeniyeti söylemi almış başını yürümüştür. Peki, İslam Devleti
söyleminin akıbeti ne olmuştur? Öyle bir hale gelinmiştir ki artık müslümanların
ayakları yere basan İslam Devleti söyleminin yerini, hayal âleminde uçuşan
bir medeniyet söylemi almıştır. Bugün müslümanlar İslam Devleti yerine İslam
medeniyeti söylemini neden daha sık kullandıklarını acaba hiç düşünüyorlar mı?
Açıkçası ben bu konuda, laik devletin müslümanları medeniyetçi yaptığını
düşünüyorum. Çünkü minarenin mimarisi, kubbenin açısı, şadırvanın mermeri gibi
medeniyeti ifade eden sembollerle sistemin hiçbir zaman problemi olmamıştır.
Yerli
Düşüncenin Yüceltilmesi Hastalığı
Medeniyet söylemi ile birlikte yaygınlaşan
hastalıklı bakış açılarından birisi de yerlilik kavramıdır. Falanca düşünceyi
yerli düşünce diye öven entelektüellerle sık karşılaşırız. Peki, yerli
düşünce iyi bir şey midir? Daha ilk bakışta bu kavramın bir yer ile ya da bir
mekân ile ya da bir coğrafya ile alakalı olduğu açıktır. Yerli; bir yere ait
anlamındadır. Peki, müslümanın düşünce sistemi acaba coğrafî anlamda bir yere
ait olmayı kabul edebilir mi? müslüman düşüncesini bir bölgeye izafe etmek veya
onu bir coğrafya ile mukayyet kılmak acaba ne kadar doğrudur?
Sözgelimi Osmanlının hüküm sürdüğü
topraklarda yetişen âlimler için yerli ifadesini kullananlar, acaba Çindeki
bir müslüman âlim hakkında ne düşünürler? Yerli olmadığı için kötü müdür? Ya da
yerli düşünceden bahsedenler Çindeki o âlimin görüşlerini yerli olmadığı
için beğenmeyecekler midir?
Müslümanlar açısından yerlilik diye
bir kıstas olmadığı gibi yerli olmak bir artı değer olarak da düşünülemez.
Yerli olan ve olmayan ayrımını neye göre yapıyorlar öyleyse? diye soracak
olursanız diyebiliriz ki bu ayrım ulus zihniyetinin bir ürünüdür.
Bizim burada yerlilik meselesini bir
kez daha dikkatlice düşünmemiz gerekiyor. Açık ve net olarak ifade ediyoruz ki müslümanların
yerlilik diye bir söylemi olamaz. Biz müslümanlar kalbi ve zihni
birlikteliğimizin fiziksel âlemdeki yegâne sembolü olarak Kâbeyi görürüz. Ve
ona yönelerek, birleşir ve bütünleşiriz. Dolayısıyla Kâbeye yönelen müminlerin
yerlisi veya yerli olmayanı olmaz. Böyle bir ayrımı yapmak Allah korusun bizi
çok yanlış bir noktaya götürür. Kaldı ki; Bir yerlilik bilincine ihtiyacımız
var, Ortadoğulu yazarlar Türkiyeyi çok etkilediler cümlesini kullanan
yazarlarımız bile oldu. Bilmiyorum buradaki tehlikeyi görebiliyor musunuz? Yani
siz yerli olunca, öteki de Ortadoğulu falan oluyor. En bilinçli
zannettiklerimiz bile, bunun ulus formatının bir ürünü olduğunu fark
edemiyorsa, bizim de bu konuyu daha fazla uzatmamızın bir yararı olmayacaktır.
Müslümanın
Paradigması Olmaz
Paradigma kelimesi de bizim
entelektüellerin çok sevdiği bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. Bu kavramı
biraz incelediğimizde bunun da arkasında bir takım entelektüel hastalıkların
bulunduğunu görüyoruz. Zaman zaman; müslüman
paradigmasını ihya etmek veya yeniden bir paradigma kurmak ya da kendi
bilgi sistematiğimizi kurmak gibi söylemlerle karşılaşıyoruz. Ben bütün bu
söylemleri son derece hastalıklı buluyorum.
Müslümanlar üzerinde konuşurken
paradigma kavramının kullanılmasını neden yanlış bulduğumuzu kısaca ifade
etmek istiyorum. Müslümanların kendi bakış açılarını, düşünce kalıplarını, akıl
yapılarını ve zihniyetlerini ifade ederken kullandıkları paradigma kavramı da
diğer Batı menşeli kavramlar gibi hastalıklı bir kavramdır. Medresenin yerine
akademiyi, âlimin yerine akademisyeni, münevverin yerine entelektüeli getiren
zihniyet fıkıh usulünün yerine de paradigmayı koymuştur.
Bizde Fıkıh Usulü Kavramı Var
Fıkıh usulü, kavramını duymayanların
paradigmadan bahsetmesi bir ölçüde yadırganmayabilir. Fakat bu kavramdan
haberdar olan ve sahih İslamdan bahseden kişilerin fıkıh usulü kavramından
mutlaka haberdar olmaları beklenir. Çünkü fıkıh usulü İslamın sağlam
kalesidir. Fakat burada fıkıh kelimesinin tarihi süreçteki anlam
değişimlerine ise konumuz olmadığı için girmiyoruz.
Fıkıh, müslüman hayatının bütününü
kuşatan ve bütününe şekil veren kaideler ilmidir. Müslüman, hayatının her
boyutunda fıkıh üzere yaşar. Bu fıkıh kaideleri de usulsüz olarak ortaya atılan
kaideler değildir. Fıkıh usulü kaideleri sayesinde fıkıh sağlam bir zemin
üzerine oturur.
Fıkıh usulü, Kurân ve Sünnet üzerine
ezbere konuşmanın, bunlar üzerinden usulsüz hükme varmanın önüne geçer. Onun
için usulsüz konuşanların hiç uğramadığı bir mecradır fıkıh usulü
Söz gelimi Ankara ekolü gibi modernist
söylemleri benimseyenler, bu nedenle, fıkıh usulünün değişmesi gerektiğini
iddia ederler. Çünkü mevcut fıkıh usulü, meşrebi geniş yorumlara prim vermeyen
bir mahiyettedir.
Demek ki bizim bakış açımızı, düşünce
formatımızı ifade eden kavram fıkıh usulü kavramıdır. Tüm Batılı kavramlar
gibi kaypak bir kavram olan paradigma kavramı değildir. Sabitesi olmamasından
dolayı bu ifadeyi kullandığımızı da hatırlatmak isterim. Şu durumda bizim ilmî
sistematiğimiz de fıkıh usulüdür. Fıkıh usulümüz elhamdülillah dağ gibi
ayaktadır ve onun yeniden inşası kesinlikle söz konusu değildir. Dolaysıyla
yeni bir paradigma inşası, paradigmanın yeniden ihyası, bilgi sistematiği
kurmak gibi laflar bize göre çok iddialı laflardır.
Teorik anlamda düşündüğümüz zaman
paradigmanın yerinde fıkıh usulünün bulunması gerektiğini söylemekle
birlikte paradigmanın pratik hayattaki karşılığı ise yine kanaatimize göre
sünnet kavramıdır ki peygamberin yaptığını yapmayı ve onun baktığı yerden
meselelere bakmayı ifade eder. Şunu da unutmayalım ki Batılılar cüretkardır,
paradigma üretme iddiasında bulunabilirler. Modern dönemlerinde, postmodern
dönemlerinde birbirinden farklı farklı paradigmalar üretebilirler. Biz müslümanlara
göre ise bakış açısı üretmek, düşünce formatı üretmek üst düzey bir iştir
ve haşa ki kullar böyle bir iddiada bulunamazlar.
Bilimi
Kutsamak En Büyük Entelektüel Hastalık
Entelektüel hastalıklardan bir tanesi
ide ilim ve bilim ayrımı konusunda karşımıza çıkar. Bize mektep yıllardır
bilim deyip durduğu için, biz onun nasıl bir put olduğunu pek fazla idrak
edemedik. Sanki rasyonalist ve pozitivist kökleri olmayan bir bilim anlayışı
söz konusuymuş gibi bilimi müspet ve menfi diye ikiye ayırdık. Bugün bilim
denildiğinde ne anlaşıldığı ortadadır.
Öncelikle bilim denilen olgunun
rasyonalist bir kurgu olduğunu, aydınlanmaya tekabül eden seküler bir ortamda
palazlandığını tespit etmemiz gerekiyor. Yani bilim müslümanların kurguladığı
bir kavram değildir. Tamamen rasyonalist, pozitivist ve seküler bir anlam arayışının
ürünüdür. Onun rasyonalist olması, akılla genel geçer doğrulara ulaşabileceği
iddiasında olması demektir. Pozitivist olması ise onun beş duyuya hitap eden
fiziksel, maddi dünyanın gerçeklerini tek gerçek olarak kabul etmesidir.
Kavramların tarihî ve kültürel kökleri
vardır. Şimdi siz bilim kavramını pozitivist ve rasyonalist köklerinden söküp
ayıramazsınız. Kavramın mahiyetine indiğinizde mutlaka onlarla karşılaşmak
durumundasınız. Şu durumda rasyonalizmden ve pozitivizmden arındırılmış bir
bilim kavramı söz konusu edilemez. Dolayısıyla müslüman zihni rasyonalist ve
pozitivist kökleri olan bu kavramı kabul edemez. Çünkü müslüman zihni mutlak
doğrulara akılla değil vahiy ile ulaşılacağını, fiziksel ve maddi dünyanın
dışında da gerçekliklerin olabileceğini düşünür.
Görülüyor ki bilim kavramı müslüman
aklının ürettiği bir kavram değil, tamamen seküler bir kavramdır. Zaten bilim
putunu zirveye taşıyanlar da bunu seküler ve kapitalist nedenlerle
yapmışlardır. Çünkü bilim teknolojiyi doğurur, teknoloji ise ilerleme demektir.
Bilim, maddi olarak ilerlemeyi sağladığı için, gelişmeyi tetiklediği için
kıymetli görülür. Biz ise müslümanlar olarak diğer dünyevî düşünceleri kabul
etmediğimiz gibi tamamen dünyevî ve kapitalist temelleri olan ilerlemecilik
fikrini de kabul edemiyoruz. Çünkü kıstası maddi değerlere endekslenmiş bir
ilerleme fikri bize hitap etmiyor.
Bilime Doğrulatmak Eziklikten Kaynaklanıyor
Yıllardır birçok müslüman bilim
karşısında ezilmiş bir ruh hali ile din ile bilimin çatışmayacağı iddiasını
savundu durdu. Hatta yaşam tarzımız anlamına gelen dinin sünnetlerini bile
bilime doğrulatma hevesine kapılanlar oldu. Mesela misvakın dişler için faydalı
olduğu, yerde oturarak yemek yemenin sağlık açısından faydalı olduğu gibi
bilgiler bilim adamlarına doğrulatılmak istendi. Bunu yapanlar aslında farkında
olmadan seküler temelli bilim anlayışını da yüceltmiş oluyorlardı.
Bizim Kâinatı Okuma Biçimimiz İlim İle İfade Edilir
Artık bu dönemleri inşallah geride
bıraktık. Kendi inancımıza olan güvenimiz arttıkça kavramlara kendi
mağaramızdan bakmayı da yavaş yavaş öğreniyoruz. Bu anlamda kendi kavramımız
olan ilim kavramının bilimi karşılamadığını çok iyi kavramamız gerekiyor.
Bilimin bir çeşit kâinatı okuma ve
açıklama tekniği olduğunu söyleyebiliriz. Bu okuma tarzı pozitivist ve
rasyonalist olduğu için bizim okuma tarzımıza benzemiyor. O maddi gözlüklerle
bakıyor kâinata
Biz ise kâinata, kâinattaki her şeyi Yüce Rabbimizle
ilişkilendirerek bakıyoruz. Yani kâinatı besmele çekerek okuyoruz ki bu okuma
biçimine de ilim diyoruz. Nitekim Kuranın ilk inen ayetinde de; Rabbinin
adıyla oku buyuruluyor.
İlim, varlığı, olayları, insanı, toplumu
kısacası her şeyi Allahın bak dediği yerden bakarak tanımlamak ve o
tanımlamaya uygun davranışı ortaya koymaktır. Buradan da anlıyoruz ki âlim kâinata Allahın
bak dediği yerden bakan ve onunla da amel eden kimsedir. Bilim adamının ise
böyle bir kaygısı yoktur.
Bu konunun önemi şuradan kaynaklanıyor:
Biz müslümanlar dünyayı ne şekilde okuyacağımızı artık net bir şekilde ortaya
koymak durumundayız. Rabbimizin adıyla mı okuyacağız, pozitivist ve rasyonalist
bir mantıkla mı okuyacağız? Bilim kavramı Rabbinin adıyla oku ayetindeki okuma
modelini karşılamıyor. Matematiği, fiziği, biyolojiyi, coğrafyayı, tarihi bu
okuma modeliyle okumayı öngörmüyor. Bunun için bir kez daha tekrar edelim ki bizim
dünyamızdaki kavram ilimdir.
Bize de uzun yıllardır din bilim
çatışması tezine karşı olarak din ile bilimin çatışmadığı tezini savunma rolü
biçilmişti. Biz de bu rolü tepkisel olarak hep gerçekleştirdik. Ama şimdi
kâinatı müslümanca okuma modeli olan ilime doğru yönelmek durumundayız. Kendi
dünyamızın kavramı olan ilim kavramının bizi bilime muhtaç etmeyeceğini de
idrak etmeliyiz.