03 Mayıs 2024 - Cuma

Şu anda buradasınız: / ENTELEKTÜEL HASTALIKLAR
ENTELEKTÜEL HASTALIKLAR

ENTELEKTÜEL HASTALIKLAR Aydın Başar

                                           

           

                                                           

 

           

Hangi tarafından bakarsanız bakın, İslami anlamda hiç de müslümanca olmayan bir eğitim sistemine maruz kaldık. Böylesine putperest bir sisteminin tornasından geçtikten sonra, kafamızın, beynimizin ve düşünce yapımızın sağlam kaldığını iddia edemeyiz.

           

Bir taraftan okul bizi müslümanlıktan uzaklaştırırken, diğer taraftan da yazılı ve görsel basını ile medya bize sürekli dinsizliği telkin etti. Bu ortamda bazılarımız, İslam’ı bildik, anladık ve yaşadık zannettik. Kimimiz de çok bildiğimizi zannettiğimiz İslam’ı entelektüel bir zevzeklik düzeyinde ele aldık. İslam sanki bir amel dini, bir hareket dini, bir cihat dini değilmiş gibi, ondan entelektüel bir oyuncak üretmeye çalıştık.

 

Entelektüellik Hastalığı

           

Mesele uzun, dert büyük olunca bazı şeyleri kestirmeden anlatma yolunu tercih ediyoruz. Fakat gelin görün ki bizim entelektüel hastalıklarımızı öyle saymakla bitiremiyoruz. En başta “entelektüel” kelimesinin kendisi başlı başına bir hastalıktır. Onun nereden ve ne şekilde türediğini anlar isek bunu idrak etmiş oluruz. Şu kadarı ile iktifa edelim ki “entelektüel” müslüman zihninin bir ürünü olarak ümmet-i Muhammed içerisinde zuhur etmiş bir kavram değildir. Senin âlimini, münevverini, müçtehidini, fakihini, muhaddisini, müfessirini beğenmeyenler, sana bunların yerine “entelektüel” adı verilen bir heykel hediye etmişlerdir.

 

Medeniyetçilik Hastalığı

           

Entelektüel hastalıkların birçoğu da medeniyet fikri ile paralel olarak gelişmektedir. Mesela müslümanların sürekli “İslam medeniyeti şöyle, İslam medeniyeti böyle” diye konuştuklarını duyarsınız. “İslam medeniyeti” söylemi almış başını yürümüştür. Peki, “İslam Devleti” söyleminin akıbeti ne olmuştur? Öyle bir hale gelinmiştir ki artık müslümanların ayakları yere basan “İslam Devleti” söyleminin yerini, hayal âleminde uçuşan bir medeniyet söylemi almıştır. Bugün müslümanlar “İslam Devleti” yerine “İslam medeniyeti” söylemini neden daha sık kullandıklarını acaba hiç düşünüyorlar mı? Açıkçası ben bu konuda, laik devletin müslümanları medeniyetçi yaptığını düşünüyorum. Çünkü minarenin mimarisi, kubbenin açısı, şadırvanın mermeri gibi medeniyeti ifade eden sembollerle sistemin hiçbir zaman problemi olmamıştır.

 

Yerli Düşüncenin Yüceltilmesi Hastalığı

 

Medeniyet söylemi ile birlikte yaygınlaşan hastalıklı bakış açılarından birisi de “yerlilik” kavramıdır. Falanca düşünceyi “yerli düşünce” diye öven entelektüellerle sık karşılaşırız. Peki, “yerli düşünce” iyi bir şey midir? Daha ilk bakışta bu kavramın bir yer ile ya da bir mekân ile ya da bir coğrafya ile alakalı olduğu açıktır. Yerli; “bir yere ait” anlamındadır. Peki, müslüman’ın düşünce sistemi acaba coğrafî anlamda bir yere ait olmayı kabul edebilir mi? müslüman düşüncesini bir bölgeye izafe etmek veya onu bir coğrafya ile mukayyet kılmak acaba ne kadar doğrudur?

 

Sözgelimi Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklarda yetişen âlimler için “yerli” ifadesini kullananlar, acaba Çin’deki bir müslüman âlim hakkında ne düşünürler? Yerli olmadığı için kötü müdür? Ya da “yerli düşünce”den bahsedenler Çin’deki o âlimin görüşlerini yerli olmadığı için beğenmeyecekler midir?

 

Müslümanlar açısından “yerlilik” diye bir kıstas olmadığı gibi “yerli olmak” bir artı değer olarak da düşünülemez. “Yerli olan ve olmayan ayrımını neye göre yapıyorlar öyleyse?” diye soracak olursanız diyebiliriz ki bu ayrım “ulus” zihniyetinin bir ürünüdür.

 

Bizim burada “yerlilik” meselesini bir kez daha dikkatlice düşünmemiz gerekiyor. Açık ve net olarak ifade ediyoruz ki müslümanların “yerlilik” diye bir söylemi olamaz. Biz müslümanlar kalbi ve zihni birlikteliğimizin fiziksel âlemdeki yegâne sembolü olarak Kâbe’yi görürüz. Ve ona yönelerek, birleşir ve bütünleşiriz. Dolayısıyla Kâbe’ye yönelen müminlerin yerlisi veya yerli olmayanı olmaz. Böyle bir ayrımı yapmak Allah korusun bizi çok yanlış bir noktaya götürür. Kaldı ki; “Bir yerlilik bilincine ihtiyacımız var, Ortadoğulu yazarlar Türkiye’yi çok etkilediler” cümlesini kullanan yazarlarımız bile oldu. Bilmiyorum buradaki tehlikeyi görebiliyor musunuz? Yani siz yerli olunca, öteki de Ortadoğulu falan oluyor. En bilinçli zannettiklerimiz bile, bunun ulus formatının bir ürünü olduğunu fark edemiyorsa, bizim de bu konuyu daha fazla uzatmamızın bir yararı olmayacaktır.

 

Müslümanın Paradigması Olmaz

 

Paradigma kelimesi de bizim entelektüellerin çok sevdiği bir kelime olarak karşımıza çıkıyor. Bu kavramı biraz incelediğimizde bunun da arkasında bir takım entelektüel hastalıkların bulunduğunu görüyoruz.  Zaman zaman; “müslüman paradigmasını ihya etmek” veya “yeniden bir paradigma kurmak” ya da “kendi bilgi sistematiğimizi kurmak” gibi söylemlerle karşılaşıyoruz. Ben bütün bu söylemleri son derece hastalıklı buluyorum.  

 

Müslümanlar üzerinde konuşurken “paradigma” kavramının kullanılmasını neden yanlış bulduğumuzu kısaca ifade etmek istiyorum. Müslümanların kendi bakış açılarını, düşünce kalıplarını, akıl yapılarını ve zihniyetlerini ifade ederken kullandıkları paradigma kavramı da diğer Batı menşeli kavramlar gibi hastalıklı bir kavramdır. Medresenin yerine akademiyi, âlimin yerine akademisyeni, münevverin yerine entelektüeli getiren zihniyet “fıkıh usulü”nün yerine de “paradigma”yı koymuştur.

 

Bizde Fıkıh Usulü Kavramı Var

 

Fıkıh usulü, kavramını duymayanların “paradigma”dan bahsetmesi bir ölçüde yadırganmayabilir. Fakat bu kavramdan haberdar olan ve sahih İslam’dan bahseden kişilerin “fıkıh usulü” kavramından mutlaka haberdar olmaları beklenir. Çünkü fıkıh usulü İslam’ın sağlam kalesidir. Fakat burada “fıkıh” kelimesinin tarihi süreçteki anlam değişimlerine ise konumuz olmadığı için girmiyoruz.

 

Fıkıh, müslüman hayatının bütününü kuşatan ve bütününe şekil veren kaideler ilmidir. Müslüman, hayatının her boyutunda fıkıh üzere yaşar. Bu fıkıh kaideleri de usulsüz olarak ortaya atılan kaideler değildir. Fıkıh usulü kaideleri sayesinde fıkıh sağlam bir zemin üzerine oturur.

 

Fıkıh usulü, Kur’ân ve Sünnet üzerine ezbere konuşmanın, bunlar üzerinden usulsüz hükme varmanın önüne geçer. Onun için usulsüz konuşanların hiç uğramadığı bir mecradır fıkıh usulü…

 

Söz gelimi Ankara ekolü gibi modernist söylemleri benimseyenler, bu nedenle, fıkıh usulünün değişmesi gerektiğini iddia ederler. Çünkü mevcut fıkıh usulü, meşrebi geniş yorumlara prim vermeyen bir mahiyettedir.

 

Demek ki bizim bakış açımızı, düşünce formatımızı ifade eden kavram “fıkıh usulü” kavramıdır. Tüm Batılı kavramlar gibi kaypak bir kavram olan “paradigma” kavramı değildir. Sabitesi olmamasından dolayı bu ifadeyi kullandığımızı da hatırlatmak isterim. Şu durumda bizim “ilmî sistematiğimiz” de “fıkıh usulü”dür. Fıkıh usulümüz elhamdülillah dağ gibi ayaktadır ve onun yeniden inşası kesinlikle söz konusu değildir. Dolaysıyla “yeni bir paradigma inşası”, “paradigmanın yeniden ihyası”, “bilgi sistematiği kurmak” gibi laflar bize göre çok iddialı laflardır.

 

Teorik anlamda düşündüğümüz zaman “paradigma”nın yerinde “fıkıh usulü”nün bulunması gerektiğini söylemekle birlikte “paradigma”nın pratik hayattaki karşılığı ise yine kanaatimize göre “sünnet” kavramıdır ki peygamberin yaptığını yapmayı ve onun baktığı yerden meselelere bakmayı ifade eder. Şunu da unutmayalım ki Batılılar cüretkardır, paradigma üretme iddiasında bulunabilirler. Modern dönemlerinde, postmodern dönemlerinde birbirinden farklı farklı paradigmalar üretebilirler. Biz müslümanlara göre ise “bakış açısı” üretmek, “düşünce formatı” üretmek üst düzey bir iştir ve haşa ki kullar böyle bir iddiada bulunamazlar.

 

Bilimi Kutsamak En Büyük Entelektüel Hastalık

 

Entelektüel hastalıklardan bir tanesi ide “ilim” ve “bilim” ayrımı konusunda karşımıza çıkar. Bize mektep yıllardır “bilim” deyip durduğu için, biz onun nasıl bir put olduğunu pek fazla idrak edemedik. Sanki rasyonalist ve pozitivist kökleri olmayan bir bilim anlayışı söz konusuymuş gibi bilimi müspet ve menfi diye ikiye ayırdık. Bugün “bilim” denildiğinde ne anlaşıldığı ortadadır. 

 

Öncelikle bilim denilen olgunun rasyonalist bir kurgu olduğunu, aydınlanmaya tekabül eden seküler bir ortamda palazlandığını tespit etmemiz gerekiyor. Yani “bilim” müslümanların kurguladığı bir kavram değildir. Tamamen rasyonalist, pozitivist ve seküler bir anlam arayışının ürünüdür. Onun rasyonalist olması, akılla genel geçer doğrulara ulaşabileceği iddiasında olması demektir. Pozitivist olması ise onun beş duyuya hitap eden fiziksel, maddi dünyanın gerçeklerini tek gerçek olarak kabul etmesidir.

 

Kavramların tarihî ve kültürel kökleri vardır. Şimdi siz bilim kavramını pozitivist ve rasyonalist köklerinden söküp ayıramazsınız. Kavramın mahiyetine indiğinizde mutlaka onlarla karşılaşmak durumundasınız. Şu durumda rasyonalizmden ve pozitivizmden arındırılmış bir bilim kavramı söz konusu edilemez. Dolayısıyla müslüman zihni rasyonalist ve pozitivist kökleri olan bu kavramı kabul edemez. Çünkü müslüman zihni mutlak doğrulara akılla değil vahiy ile ulaşılacağını, fiziksel ve maddi dünyanın dışında da gerçekliklerin olabileceğini düşünür.

 

Görülüyor ki “bilim” kavramı müslüman aklının ürettiği bir kavram değil, tamamen seküler bir kavramdır. Zaten bilim putunu zirveye taşıyanlar da bunu seküler ve kapitalist nedenlerle yapmışlardır. Çünkü bilim teknolojiyi doğurur, teknoloji ise ilerleme demektir. Bilim, maddi olarak ilerlemeyi sağladığı için, gelişmeyi tetiklediği için kıymetli görülür. Biz ise müslümanlar olarak diğer dünyevî düşünceleri kabul etmediğimiz gibi tamamen dünyevî ve kapitalist temelleri olan ilerlemecilik fikrini de kabul edemiyoruz. Çünkü kıstası maddi değerlere endekslenmiş bir ilerleme fikri bize hitap etmiyor.

 

Bilime Doğrulatmak Eziklikten Kaynaklanıyor

 

Yıllardır birçok müslüman bilim karşısında ezilmiş bir ruh hali ile din ile bilimin çatışmayacağı iddiasını savundu durdu. Hatta yaşam tarzımız anlamına gelen dinin sünnetlerini bile bilime doğrulatma hevesine kapılanlar oldu. Mesela misvakın dişler için faydalı olduğu, yerde oturarak yemek yemenin sağlık açısından faydalı olduğu gibi bilgiler bilim adamlarına doğrulatılmak istendi. Bunu yapanlar aslında farkında olmadan seküler temelli bilim anlayışını da yüceltmiş oluyorlardı.

 

Bizim Kâinatı Okuma Biçimimiz İlim İle İfade Edilir

 

Artık bu dönemleri inşallah geride bıraktık. Kendi inancımıza olan güvenimiz arttıkça kavramlara kendi mağaramızdan bakmayı da yavaş yavaş öğreniyoruz. Bu anlamda kendi kavramımız olan “ilim” kavramının “bilim”i karşılamadığını çok iyi kavramamız gerekiyor.

 

Bilimin bir çeşit kâinatı okuma ve açıklama tekniği olduğunu söyleyebiliriz. Bu okuma tarzı pozitivist ve rasyonalist olduğu için bizim okuma tarzımıza benzemiyor. O maddi gözlüklerle bakıyor kâinata… Biz ise kâinata, kâinattaki her şeyi Yüce Rabbimizle ilişkilendirerek bakıyoruz. Yani kâinatı besmele çekerek okuyoruz ki bu okuma biçimine de “ilim” diyoruz. Nitekim Kur’an’ın ilk inen ayetinde de; “Rabbinin adıyla oku” buyuruluyor.

 

İlim, varlığı, olayları, insanı, toplumu kısacası her şeyi Allah’ın bak dediği yerden bakarak tanımlamak ve o tanımlamaya uygun davranışı ortaya koymaktır.  Buradan da anlıyoruz ki âlim kâinata Allah’ın bak dediği yerden bakan ve onunla da amel eden kimsedir. Bilim adamının ise böyle bir kaygısı yoktur.

 

Bu konunun önemi şuradan kaynaklanıyor: Biz müslümanlar dünyayı ne şekilde okuyacağımızı artık net bir şekilde ortaya koymak durumundayız. Rabbimizin adıyla mı okuyacağız, pozitivist ve rasyonalist bir mantıkla mı okuyacağız? Bilim kavramı “Rabbinin adıyla oku” ayetindeki okuma modelini karşılamıyor. Matematiği, fiziği, biyolojiyi, coğrafyayı, tarihi bu okuma modeliyle okumayı öngörmüyor. Bunun için bir kez daha tekrar edelim ki bizim dünyamızdaki kavram “ilim”dir.  

 

Bize de uzun yıllardır din bilim çatışması tezine karşı olarak din ile bilimin çatışmadığı tezini savunma rolü biçilmişti. Biz de bu rolü tepkisel olarak hep gerçekleştirdik. Ama şimdi kâinatı müslümanca okuma modeli olan “ilim”e doğru yönelmek durumundayız. Kendi dünyamızın kavramı olan “ilim” kavramının bizi bilime muhtaç etmeyeceğini de idrak etmeliyiz.


logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul